“Bir çok ülke kendi değirmen sanayisine yatırım yaparak un ithalatını azaltma yoluna gidiyor. Dolayısıyla hem kişi başına düşen buğday tüketiminin azalmakta olması hem de un ihracatımızın önümüzdeki yıllarda düşecek olması içerideki kapasite baskısını daha da artıracaktır. Bunun sonucu olarak birçok un fabrikası faaliyetlerini sonlandırmak zorunda kalacak.”
Avşin Kaşıkcı
Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdür
Kavukçu Group
Son 7 yıldır dünya un ihracatı şampiyonu olan Türkiye’de, yüksek sıcaklıklar ve kuraklık sebebiyle buğday rekoltesinde düşüş bekleniyor. ABD Tarım Bakanlığı (USDA), son raporunda Türkiye’nin bu sezon buğday üretimini 16.5 milyon ton olarak öngördü. USDA’nın ithalat tahmini ise 11.5 milyon ton. Bu rakam, Türkiye için yeni bir rekor anlamına geliyor. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı Rusya’nın buğday üretimine ve küresel stoklara ilişkin tahminlerin düşürülmesi de global borsalarda buğday fiyatlarını yükseltti.
Bu gelişmeler, ihracat pazarlarını kaybetmek istemeyen Türk un sanayicisini hammadde bakımından zorluyor. Sektörün paydaşları, kuraklığın etkilerini ve un ihracatına yönelik riskleri tartışıyor. Sektörü bekleyen tehlikeleri, çözüme yönelik muhtemel adımları ve dünya un ticaretinin geleceğini, un sanayinin başarılı ismi Kavukçu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Sn. Avşin Kaşıkcı ile konuştuk.
50’den fazla ülkeye un ve makarna ihracatı yapan Kavukçu Grubu’n Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Kaşıkcı, önümüzdeki yıllarda hem Türkiye’nin un ihracatının hem de dünya un ticaretinin azalacağını düşünüyor. Kaşıkçı, bu öngörüsünü, hem kişi başına düşen un tüketiminin düşmesi hem de çoğu ülkenin kendi değirmen sanayisine yatırım yapmasıyla temellendiriyor.
Türkiye değirmencilik sektörü ve dünya un ticaretinin geleceğine ilişkin sorularımızı cevaplayan Avşin Kaşıkçı’nın değerlendirmeleri şöyle:
Sn. Kaşıkçı, Türkiye'nin önde gelen buğday unu ve makarna üreticilerinden biri olan Kavukçu Grubu başarıyla yönetiyorsunuz. Kavukçu, 1920’den bu yana un tedarik ediyor. Bu köklü geçmiş ile ilgili bize kısaca bilgi verebilir misiniz?
Kavukçu ailesi 1920’li yıllardan beri un üretimiyle uğraşıyor. Hali hazırda üç tesisimizde üretimimize devam etmekteyiz. Değirmenlerimizden ikisi Çorum’da, birisi Lüleburgaz’da bulunmakta. Ayrıca yine Çorum’da makarna fabrikamız var. Günlük toplam kırma kapasitemiz geçen yıl tamamlanan son kapasite artırımı ile birlikte 2.300 tonu buldu. Doğubeyazıt’tan İzmir’e; Alanya’dan Sinop’a kadar ülkemizin hemen her yerinde ürünlerimizi müşterilerimizle buluşturuyoruz. Aynı şekilde ülkemizin önde gelen un ihracatçılarından bir tanesiyiz ve 50’den fazla ülkeye ihracat yapıyoruz.
Sn. Kaşıkçı, siz hem Türkiye’yi hem dünya piyasalarını yakından takip ediyorsunuz. Koronavirüs salgını ekonomilerde çok yönlü değişikliklere yol açtı. Peki bu süreçte dünya ihracat şampiyonu Türk un sanayicisinin yurt dışı satışları nasıl etkilendi?
Pandemi, II. Dünya Savaşı’ndan beri dünya ekonomisinin gördüğü en büyük talep şokunu beraberinde getirdi. Dünya Bankası’na göre dünya ekonomisi 2020 yılında %3,6 oranında küçüldü. Turizm, ulaşım ve perakende sektörleri çok ciddi etkilendi. Bununla beraber –HORECA (otel, restaurant, cafe) segmentini hariç tutarsak-, bir temel gıda maddesi olması nedeniyle dünyada ve Türkiye’de buğday unu talebinde çok ciddi bir düşüş görülmedi. Hatta pandeminin ilk dönemlerinde gerek yurt içinden gerekse yurt dışından çok yoğun bir un talebi ile karşılaştık. Ben bu dönemde çoğu zaman haksız bir şekilde günah keçisi ilan edilen sektörümüzün çok başarılı bir sınav verdiğine inanıyorum. Kavukçu başta olmak üzere birçok un sanayicimiz o dönemde belirli bir süre fiyat artırmama taahhüdünde bulundu, sorumlu bir duruş sergiledi. Bu da sektörümüzün temel girdi maliyetlerinde katlanılamayacak artışlar olmadıkça zam yapmak gibi bir refleksinin de, sektördeki yoğun rekabet nedeniyle imkanının da olmadığının en güzel ispatıydı diye düşünüyorum.
KONTEYNER KRİZİ UN İHRACATINI ETKİLİYOR
Pandeminin başında yaşanan panik talebi, takip eden aylarda normale döndü. Yukarıda da belirtiğim gibi HORECA’daki daralmanın etkisi ile 2020 yılında ülkemiz genel un tüketiminde %10 - %15 arası bir düşüş yaşanmış olabileceğini düşünüyorum.
İhracat pazarlarımızda pandemi süresince ciddi bir talep düşüşü ile karşılaşmadık. Ancak ihracatımız için en büyük problem 2020 yılının son çeyreğinde başlayan ve şiddetlenerek bugün de devam etmekte olan konteyner krizi oldu. Konteyner navlunlarında daha önce görülmemiş oranlarda ve ani artışlar yaşandı. Fiyat artışlarına ilave olarak konteyner tedariği de büyük bir sorun oldu. Hatlar fiyattan bağımsız yük kabul etmemeye, servis kapatmaya başladılar. Maalesef bahsettiğim sıkıntılı durum halen devam ediyor ve 2021 buğday unu ihracatımız bu nedenle bir önceki yıldan daha düşük bir seviyede tamamlanabilir.
İHRACAT İÇİN MİLLİ KONTEYNER HATTI KURULMALI
Bir ihracatçı olarak şunu belirtmek isterim: Eğer ülkemizin 500 milyar USD ihracat hedefine ulaşmasını istiyorsak yapmamız gereken stratejik adımlardan bir tanesi de devletimizin konteyner taşıma sektörünü yakın izlemede tutarak sektördeki oligopolistik yapıyı kıracak bir milli hattın en kısa zamanda hayata geçirilmesidir.
ATIL KAPASİTE SORUNU
Türkiye’de bundan birkaç yıl önce 700’ün üzerinde un fabrikasında üretim gerçekleştiriliyordu. Ama bir konsolidasyon süreci başladı. Bugün bu sayı 500’ün altına indi. Ama yine de kurulu kapasite, ihtiyacın iki katı. Un sektörüne bu kadar çok fazla oyuncunun rağbet etmesinin sebebi nedir? Üretim kapasitesinin yarısına yakını atıl duruyor. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabiliriz?
Ülkemizde un fabrikası sayısının bu kadar artmış olmasında birçok etmeni sayabiliriz. 1980 ve 1990’lı yıllarda un fabrikası yatırımlarına verilen teşvikler, şehirli nüfusun artması, 2000’li yıllarda un ihracatında yaşanan artış, un fabrikası makinalarının ülkemizde üretiliyor olması ve görece düşük yatırım maliyetleriyle fabrika kurmanın mümkün olması bunlardan birkaçı. Ancak tüm bu etmenlerden çok daha önemli olan bir faktör var ki o da iş insanlarımızın bir yatırım kararı alırken detaylı bir analiz, fizibilite yapmamaları, çoğunlukla “O yaptı, ben de yapayım” diyerek hareket etmeleri. Bunu Türkiye’de yatırımı görece kolay ve devlet teşviği olan her sektörde görebilirsiniz. Makarna sektöründe de, lisanslı depoculukta da benzer bir durum var maalesef.
UN TÜKETİMİ VE İHRACATI AZALACAK, BİRÇOK UN FABRİKASI KAPANACAK
Önümüzdeki yıllarda ülkemizde kırılan buğday miktarının düşeceğini düşünüyoruz. Bu düşüş hem yurtiçi tüketimin hem de ihracatımızın azalmasından kaynaklanacak. Beslenme alışkanlıklarının değişmesi, özellikle kişi başına düşen ekmek tüketiminin düşmesine neden oluyor. Bu azalış bize özgü değil, Batı dünyasında da her yıl fert başına düşen buğday tüketimi azalıyor. OECD rakamlarına göre 2005-14 yılları arasında Avrupa Birliği’nde kişi başına düşen gıdalık buğday tüketimi 109kg iken ülkemizde aynı dönemde 211kg olduğu görülüyor. Ülkemizde özellikle fert başına milli gelirin artmasıyla kişi başına düşen buğday tüketimimiz AB ortalamalarına doğru yakınlaşacaktır. Her ne kadar ülke nüfusunun artıyor olması genel buğday tüketimindeki düşüşü bir nebze telafi edecek olsa da yurtiçi pazarın daralacağı anlaşılıyor.
Benzer bir şekilde ihracat pazarlarında da sıkıntılar yaşanıyor. Bir çok ülke kendi değirmen sanayisine yatırım yaparak un ithalatını azaltma yoluna gidiyor. Dolayısıyla hem kişi başına düşen buğday tüketiminin azalmakta olması hem de un ihracatımızın önümüzdeki yıllarda düşecek olması içerideki kapasite baskısını daha da artıracaktır. Bunun sonucu olarak birçok un fabrikası faaliyetlerini sonlandırmak zorunda kalacak.
Pandemi ile birlikte gıda milliyetçiliğinin yükselişe geçtiğini görüyoruz. Tahılda ihracatçı ülkeler yasaklar, kısıtlamalar, ek vergiler getirdi. Bunların başında buğday ithalatımızın yüzde 60’ta fazlasını yaptığımız Rusya geliyor. Bu süreçte paranız olsa da buğdayın alınamayacağını gördük. Başta buğday olmak üzere tahıl üretimini artırmamız gerekiyor. Peki bu noktada neler yapılabilir? Un sanayicisine bu konuda ne gibi görevler düşüyor? Buğdayı işleyen sanayici ile üreten çiftçi arasında ne gibi işbirliği yapılabilir? Sözleşmeli üretim bu noktada çözüm olabilir mi?
Türkiye son yıllarda buğday üretiminde çok ciddi sıkıntılar yaşıyor. Öyle ki mamul madde ihracatı için yaptığımız ithalatlara ek olarak kendi iç tüketimimizi karşılayabilmek için de son üç yıldır ithalat yapıyoruz. Halbuki 2005 yılında TMO stoklarında rekolte fazlası 4 milyon ton buğday stoğumuz vardı. Ülkemiz hem kendi kendisine yeter durumdaydı hem de sanayicimiz un ihracatı için gereken buğdayı TMO’dan dahilde işleme rejimi kapsamında satın alabiliyordu. TMO’nun o yıllarda rekolte fazlası buğdaylarını uluslararası ihalelerle ihraç ettiğine şahit oluyorduk. Maalesef şu anda o noktadan bir hayli uzağız.
DEVLET BUĞDAY ÜRETİMİNİ TEŞVİK ETMELİ
Bu noktaya gelmemizin tek nedeni olarak yaşanan kuraklıkları gösterirsek hata ederiz. Elbette özellikle bu yıl yaşadığımız kuraklık, buğday ve arpa üretimimize ciddi bir darbe vurdu. Ancak kuraklık olmasaydı da muhtemelen yine 1-2 milyon ton bir açığımız olacaktı. Türkiye’nin buğdayda tekrar rekolte fazlası veren bir ülke olabilmesi için bir dizi yapılması gereken şey var. Bunların en başta geleni buğday ziraatı yapmayı, getirisi yüksek bir iş olmasını sağlamak. Bu, kısa vadede, TMO müdahale fiyatları yüksek tutularak, direkt desteklemeler artırılarak veya üretim girdilerinin ciddi anlamda sübvanse edilmesi yoluyla sağlanabilir. Bu bağlamda devletimizin bu yıl açıkladığı buğday alım fiyatındaki %36’lık artışı çok isabetli buluyorum. Her ne kadar Türk lirasındaki değer kaybı bu ciddi fiyat artışını eritmiş olsa da devletimizin konuya yaklaşımındaki değişikliği tüm sektörün desteklemesi gerektiğini düşünüyorum.
İkinci olarak önemli gördüğüm konu sulama. Su olmadan tarım olmuyor. Resmi rakamlara göre GAP sulama hedefinin dahi henüz %54’ündeyiz. Zaten bozkır olan Anadolu, küresel ısınmanın etkisiyle daha da kuraklaşacak, dolayısıyla sulama hayati bir öneme sahip olacak. Devletimizin, Anadolu bozkırını yeşertecek büyük sulama projelerine öncelik vermesi gerekiyor.
YEM SANAYİNİN HUBUBAT TALEBİ DÜŞMELİ, MERALARIN PAYI ARTMALI
Üçüncü olarak yem sanayisinin hububat talebini düşürmemiz gerekiyor. Hayvan yeminde hazır yemin oranı azalmalı, meraların payı artmalı. Bu, yem sanayinin kullandığı buğdayın bir kısmının gerisin geri gıda sektöründe kalmasını sağlayacaktır.
Dördüncü olarak da devletimizin çiftçiliğin yüksek teknoloji ile verimli bir şekilde yapılmasını sağlayacak hukuki, ekonomik ve sosyal bir ortamı oluşturarak teşvik edici olması gerektiğini düşünüyorum.
Sözleşmeli tarım uygulamasının ise üretimi az olan, çiftçinin tercih etmediği bazı ürünlerde veya spesifik buğday çeşitlerinde faydalı olacağını düşünüyorum.
Salgın sonrası, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Salgın bir milat olacak” deniliyor. Zaten bunun etkilerini hayatın birçok alanında yaşıyoruz. Peki değirmencilik endüstrisinde nasıl bir süreç var önümüzde? Bu salgın sizce sektöre ne gibi yenilikler, değişiklikler veya standartlar getirecek?
Pandemi öncesinde dahi yükselmekte olan tersine globalleşme (deglobalisation) pandemi ile birlikte biraz daha güç kazanmışa benziyor. Ülkeler özellikle temel gıda maddelerinde dışa bağımlılıklarını azaltacak adımlar atacaklardır. Tarımsal üretim ve gıda işleme sanayileri daha da önem kazanacaktır. Aynı şekilde gıda tedarikçilerini çeşitlendirecekler, tek bir tedarikçi ülkeye bağlı kalmak istemeyeceklerdir.
Başta buğday olmak üzere tahıl üretimini artıran Rusya ve Ukrayna gibi Karadeniz komşularımız, değirmencilik altyapılarını yeniliyor. Rus hükümeti, hammadde yerine katma değeri yüksek ürünler satılmasını teşvik ediyor. Bu gelişmeler, Türk uncusu için bir tehdit/risk midir? Pazar payının daralmaması için ne gibi adımlar atılmalı?
Öncelikle karşı karşıya olduğumuz riskleri analiz edebilmek için dünya un ticaretini mercek altına almamız gerekiyor. Biz şirket içi analizlerimizde dünya un ticaretini üç kategoriye ayırıyoruz. Birinci kategori sınır ticareti şeklinde yapılan ihracatlar. Burada sınırın bir tarafında rekabetçi bir un üreticisi var, diğer tarafında ise un ihtiyacı olan başka bir ülke var. Örnek Türkiye’nin Suriye ve Irak ihracatları, Kazakistan’dan Afganistan’a yapılan veya Arjantin’den Bolivya’ya yapılan ihracatlar. Sınır ticaretinin, alıcı ve satıcının çoğunlukla birbirini tanıması, lokal para birimiyle ödeme, kredi mekanizması, transit sürenin deniz aşırı ithalata göre çok kısa olması, ürünün tesliminde taze olması gibi avantajları var. Bu ticarete sınırdaş olmayan üçüncü bir ülkenin ununun girmesi çoğunlukla pek mümkün olmuyor. Çalışmalarımız bu tip sınır ticaretinin dünya un ticaretindeki payının 6.5 milyon ton ile %47 mertebesinde olduğunu gösteriyor.
İkinci ihracat kategorisi bir ticaret bloğu içerisinde yapılan ihracatlar. Burada da ülkeler arasındaki gümrük birliği anlaşmaları sayesinde ülkeler birbirlerine ithalat vergisi ödemeksizin un ihracatı yapabiliyorlar. Avrupa Birliği, ECOWAS, COMESA, MERCOSUR ve ASEAN en önemli ticaret blokları. Bu sayede ASEAN ülkesi Vietnam, diğer bir Asean ülkesi Tayland’a; COMESA üyesi Mısır yine COMESA üyesi Madagaskar’a ya da ECOWAS üyesi Gine bir diğer ECOWAS üyesi Siera Leon’a blok dışındaki ülkelerin tabi olduğu ithalat vergilerini ödemeksizin ihracat yapabiliyor. İthalat vergisinin çok yüksek olduğu ülkelere ticaret bloğu dışından bir ülkenin ununun girmesi vergi dezavantajı nedeniyle yine çok mümkün olamıyor. Ticaret bloğu içinde yapılan ihracatın toplam dünya ihracatına oranı %33 seviyesinde.
Üçüncü un ihracat kategorisi ise deniz aşırı ihracat. Bunda rekabetçi bir ülke sınırdaş ya da aynı ticaret bloğu içinde olmadığı başka bir uzak ülkeye ihracat yapıyor. Bunun da en iyi örneği tabi ki Türkiye. Deniz aşırı un ihracatının toplam dünya ihracatı içerisindeki payı 2.7 milyon ton ile %20 seviyesinde ve Türkiye deniz aşırı un ihracatının %60’ını tek başına gerçekleştiriyor.
Türkiye un ihracatını, sınır ticareti ve deniz aşırı un ticareti şeklinde yapıyor. Sınır ticareti yaptığımız iki ülke, Irak ve Suriye toplam ihracatımızın %52’sini oluşturuyor. Son dönemde Kuzey Irak’ta büyük değirmencilik yatırımları yapıldığını biliyoruz. Bu yatırımlar tamamlandığında Irak ihracatımızda ciddi bir kayıp yaşayacağız. Deniz aşırı ihracat pazarlarında da gözlemlediğimiz trend, bu ülkelerin kendi değirmenlerini kuruyor olmaları. Örneğin 10 yıl önce Endonezya 500 bin tona yakın ihracat yaptığımız bir pazardı. Maalesef artık bu rakam, yılda 30 bin ton gibi önemsiz bir seviyeye düştü. Bu düşüşün nedeni ne ithalat vergilerinin artması ne de anti-dumping ya da safeguard önlemleriydi. Endonezya değirmen sayısını artırdı ve piyasa verimli işleyen bir piyasa haline geldi. Bu da un ithalatı ihtiyacını ortadan kaldırdı.
Aynı gelişme Filipinler’de de yaşandı. İhracatımız 170 bin tonlardan 20 bin tonlara düştü. Önemli pazarlarımızdan Afrika’da da çok hızlı yeni un fabrikaları kuruluyor. Uzakdoğu’dan farklı olarak ithal ikamesi ile sanayileşme modelini benimseyen Afrika hükümetleri, ülkelerindeki buğday kırma kapasiteleri ülkeyi besleyebilecek noktaya ulaştığı anda ya un ithalatına yasak getiriyorlar ya da önleyici bir ithalat vergisi koyuyorlar. Dolayısıyla deniz aşırı ihracat pazarlarımızda da bir daralma yaşamamız kaçınılmaz.
Ben Rusya’nın buğday yerine un ihracatı yapmak gibi bir stratejisi olduğunu, ya da varsa bile bunun akıllıca olduğunu düşünenlerden değilim. Çünkü yukarıda izah ettiğim gibi 13.5 milyon tonluk dünya un ticaretini detaylı bir şekilde incelediğimizde gerçekte pazarın global bir un ihracatçısı olmak arzusundaki bir ülke için düşünüldüğü kadar da büyük olmadığını görüyoruz. Rusya gibi 40 milyon ton buğday ihracatı yapan bir ülkenin 2.7 milyon tonluk ve her geçen gün daralmakta olan bir pazarı hedefleyeceğini, hele bunun için hammadde ihracat vergisi uygulayacağını sanmıyorum. Eğer Rusya un ithalatçısı ülkeleri değil buğday ithalatçısı ülkeleri hedefliyorlarsa ve o ülkelerin buğday yerine un ithal edecekleri düşünülüyorsa bu da yine hiç mantıklı bir yaklaşım olmaz. Çünkü un ithalatı, gıda güvenliği bağlamında hiçbir zaman buğday ithal edip kendi ülkende kırmanın alternatifi olamaz. Unun raf ömrü buğdayla kıyaslanamayacak kadar kısadır. Depolanması buğdaya göre çok daha zordur. Buğday tedariği yüksek tonajlarda yapılabilir ve global un ihracatına göre on kat daha derinlikli bir pazardır. Kalite sıkıntılarında, başka buğdaylarla karıştırılarak kalite düzeltmesi sağlanabilir. Dolayısıyla hiçbir ülke değirmenlerini kapatıp ülkeyi salt un ithalatına bağımlı kılmak istemez. Un ithalatı ancak yerel üretimin eksiğini kapatabilir.
YENİ TREND BUĞDAY İTHAL EDİP DESTİNASYONDA KIRMAK
Ben önümüzdeki dönemde dünya un ticaretinin azalacağını düşünüyorum. Artık yeni trend buğday ithal edip destinasyonda kırmak. Yukarıda da izah ettiğim nedenlerle eskiden ithalatçı olan ülke kendi değirmenlerini kurup artık buğday unu ithalatına izin vermediğinde Türkiye’de, Rusya’da ya da Ukrayna’da üretim yapıyor olmanız bir şey ifade etmeyecek.
Elbette dünyada buğday unu ticareti hiçbir zaman sıfır olmayacaktır. Mutlaka dünyanın bir yerinde yaşanan bir gıda krizi, siyasi veya ekonomik bir kriz veya kuraklık un ithalatını gerekli kılacaktır. Bir ihtiyaç oluştuğunda “un nereden alınır?” sorusunun cevabı şimdi olduğu gibi Türkiye olmaya devam etmeli. Bunun için de Türkiye 2017 yılında hatalı bir kararla kapatılan Un Tanıtım Grubu’nu tekrar hayata geçirmeli. Sanayicimiz kaliteli ve verimli imalata odaklanmalı. Bu aralar çok yaygınlaşmaya başlayan sektör dışından firmaların oradan-buradan ne olduğu belli olmayan unları toplayıp ihracat yapmalarına izin verilmemeli. Konteyner lojistiğimizi kuvvetli tutmalıyız. Ve belki de en önemlisi, 2000’li yıllardaki gibi buğdayda rekolte fazlası verdiğimiz yıllara dönmeliyiz. Bu sayede hem daha katma değerli bir un ihracatı gerçekleştirir hem de buğday ihracatçısı ülkelerin ihracat kısıtlamalarına muhatap olmayız.
Sn. Kaşıkçı, sizlerin eklemek istediği, okuyucumuzla, sektörle paylaşmak istediği başka hususlar var mı?
Bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.